Yazar: Volkan HÜRSEVER

  • Bedrettin Cömert

    Bedrettin Cömert

    Bedrettin Cömert, yaşasaydı bugün 84 yaşında olacaktı (27 Eylül 1940). Bir sanat tarihçisinden korkan hainler onu 11 Temmuz 1978’de, 38 yaşındayken katlettiler. Cömert’e ateş eden silahların Ankara’da pek çok cinayette kullanıldığı anlaşıldı.  Katilleri yakalandı mı? Biri öldürüldü diğeri 2003’de delil yetersizliğinden beraat etti. 

    Bir sanat tarihçisinden neden korkulur? Cevabı biliyoruz. Aydınlık tüm pislikleri göz önüne serer. Ülke karanlıkta kalırsa, bilmeyen, öğrenmeyen, merak etmeyen, sanattan, bilimden habersiz, umutsuz gençler yetişir. Atatürk’ün dediği gibi; “Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkılaplarda başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum kalacaklardır.” 

    Bedrettin Cömert’i hatırlayınız, kitaplarını okuyup okutunuz ki, vatan hainleri emellerine ulaşamasın. 

    “Estetik” adlı kitabından kısa bir alıntı;

    “Düşünce ve sanat hiç bir zaman sıçrayarak ilerlemez. Her çağ, bir önceki çağın sonucu olmaktan başka, bir sonraki çağın da tohumudur. Ancak bu yolla şimdi’yi geçmiş’e bağlama olanaklıdır. Evrensellik ancak bu koşulla kabul edilebilir. Bir sevgi, bir kin, bir özgürlük, bir adalet duygusu tarihsel bir taban ve kesintisiz bir oluş içinde olabilir.”

    Alıntı:  “Estetik”, Bedrettin Cömert, 2. Basım Ankara 01.09.2013, 9. Sayfa

  • Carlo Gesualdo

    Carlo Gesualdo

    Müzik tarihinin en ilginç karakterlerinden biri olan Carlo Gesualdo, 1566 yılında  Güney İtalya’daki  Potenza Eyaleti’nde bulunan Venosa  şehrinde doğdu. Soyluların müthiş bir zenginlik ve şaşaa, küçük, orta sınıfın sefalet ve vahşet içerisinde yaşadığı, adeta batıl inanç bataklığında, kanun ve yasaların olmadığı, din baskısı altında ezilen bir toplumun, ayrıcalıklı ve soylu bir ailesinin üyesi olarak büyüdü. Rönesans döneminin belkide en özgün bestecisi Gesualdo’yu ilginç kılan müziğinin yanı sıra nevrotik karakteriydi. Kendini aldatan eşi, eşinin sevgilisi ve şaibeli olan ikinci çocuğunu uşaklarına öldürttü. Uzun yıllar saklandıktan sonra, dönemin sanat merkezi olan Ferrara şehrine yerleşti ve madrigallerindeki sıra dışı tarzı sayesinde kısa sürede müzik camiası arasında ayrıcalıklı bir yer edindi. Gesualdo’nun müziğini özel, sıradışı yapan, kendinden önceki ve aynı dönemde yaşayan bestecilerden çok az etkilenmesi, kendinden sonra gelecek olan bestecileri ise neredeyse hiç etkilememiş olmasıdır. Tüm hayatı boyunca suçluluk duygusuyla işkence gördüğüne dair kanıtlar dikkate değerdir ve bunu müziğinde ifade etmiş olabilir. Müziğinin en belirgin özelliklerinden biri, dini metinlerden çok, aşırı duyguları temsil eden kelimelerin bulunduğu şiirleri seçmesidir. Aşk, acı, ölüm, coşku gibi kelimelere, madrigallerinde sıkça yer alır. 

    Günümüzde, sanatta yaratıcılığın sırrı, gerçek bir sanatçının nasıl olması gerektiği, sanatsal bir dehayı analiz edip, eserini değerlendirirken sanatçının yeteneğinin yanısıra karakterinin de göz önüne alınıp alınmamasının gerekliliği hakkında yapılan felsefi tartışmalar hala sürmektedir. Gerçek bir sanatçıyı, dehasının yanı sıra davranışları ile de değerlendirmek gerekir? Yoksa sanatı ile karakterini tamamen ayırmak mı? Sanatçı, topluma ışık tutup, örnek olmalı mıdır? Olmalıysa sadece sanatı ile mi, aynı zamanda davranışları ve karakterinden de sorumludur? Yoksa sadece sanata ya da sadece topluma mı hizmet etmelidir? Dehasının yanı sıra ahlaklı, bilge ya da entellektüel olmak zorunda mıdır? Yoksa kavramların, değerlerin, doğru ve yanlışın, ahlakın, vicdanın, bilginin karman çorman olduğu günümüzde, yukarıda saydığım özelliklerin hepsine sahip sanatçı aramak anlamsız mı?

    Kaynak: “Gesualdo: The Man and His Music”, Glenn Watkins, The University of North Carolina Press (January 1, 1974)

  • Halide Nusret Zorlutuna

    Halide Nusret Zorlutuna

    ( 1901, İstanbul – 10 Haziran 1984, İstanbul )

    “Kadın Yazarların Annesi” unvanına sahip Halide Nusret Zorlutuna 1901 yılında İstanbul’da doğdu. Yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda bırakılan, II. Abdülhamid devri gazetecilerinden olan babası Mehmet Selim Beyi, çocukluğunda çok az görebildi. Yıllarca Anadolu’nun dört bir yanında öğretmenlik yaptı. Cumhuriyet dönemini tüm coşkusuyla ve Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan çöküşü tüm hüznüyle yaşadı. Romanlar, şiirler, hikayeler yazdı. Okuyunuz, okutunuz. “Bir Devrin Romanı” adlı kitabından kısa bir alıntı;

    “Göğüsleri iman ve şefkat; kafaları bilgi dolu; on bínlerce yüz binlerce genç öğretmenin, ellerinde meşalelerle, Anadolu’nun en karanlık köşelerine dağıldıklarını görüyordum sanki. Yüreğim sevinçten çatlayacakmış gibi çarpıyordu ve yarım asır sonraki yani aşağı yukarı şu içinde bulunduğumuz yıllardaki Türkiye’yi hayal ediyordum. Her köşesi memur, her ferdi okur-yazar, rahat, mutlu, tam anlamı ile medeni Türkiye! “O kadar yaşayıp o günleri görür müyüm acaba?” diye heyecanlanırdım! Bugün böyle bir Türkiye içinde mi yaşıyoruz? Maalesef hayır. Bununla beraber asla umutsuz değilim; evlatlarımız, olmazsa, torunlarımız; inşallah, hayalimdeki Türkiye’yi o manen ve maddeten kalkınmış güçlü, tok ve mutlu Türkiye’yi mutlaka kuracaklardır.”

    Halide Nusret, 1924’teki hatıralarını, neredeyse 50 yıl sonra, geçmişe sitemkâr ama geleceğe umutla baktığı 1973’te yazdı. 2021 yılındaki vatanının halinden mezarındaki kemikleri sızlıyordur.

    Alıntı: ”Bir Devrin Romanı”, Halide Nusret Zorlutuna, Panama Yayıncılık, Birinci Baskı: Ekim 2018, 212. Sayfa

  • Jean Baudrillard                         “Sanat Komplosu”

    Jean Baudrillard “Sanat Komplosu”

    Yıllar önce modern sanat ile ilgili bir kitabın ilk sayfasında “Rule number one. Be different” ( Bir numaralı kural. Farklı ol ) yazsını okuduktan sonra bana görsel olarak hiçbir şey ifade etmeyen ( bu sebepten duygusal olarak da ) bazı sanat eserlerine bakmıştım. Her bir eserin fotoğrafının altında, sanatçının aslında ne anlatmak istediğini yazan uzun yazılar vardı. Kendi kendime bir sanatçının yarattığı esere bakanlara ( ya da duyanlara ) eserinin ne anlama geldiğini izah etmek zorunda hissetmesi ne kadar acıklı diye düşünmüştüm. Ne acı ki kendini ifade etmek için yarattığın bir sanat eserine bakan insanlar özgürce düşünüp yorum yapabilecek kapasitede değil. Yani izleyici modern sanattan anlamıyor. Neden anlamıyor acaba? Michelangelo, Leonardo da Vinci, Paul Gauguin, Vincent van Gogh, Auguste Rodin, Johann Sebastian Bach, Igor Stravinsky, Giacomo Puccini böyle bir ihtiyaç hissetmemişlerdi. Bir çok insan, sözlerinin ne anlama geldiğini ve hikayesini bilmemesine rağmen İtalyanca bir operayı huşu içinde dinler. İzahate gerek yoktur, eser ortadadır. 

    Yaşadığımız dünya, artık hem fiziki hem duygusal olarak çok kirli. Bilim, politika, spor, teknoloji, endüstri  gibi sanat da artık çok üretilmenin verdiği kirliliği yaşıyor. Farklı olmak kuralını ilke edinen her türlü üretim, suistimallere açıktır ve bu da deformasyonu doğurur. Sonunda birisi duvara muz bantlar işin içinden çıkamazsınız.

    Jean Baudrillard’ın, tüketim, ama özellikle sanat üzerine makale ve kitapları, sanat dünyasında büyük infial yaratmıştır. “Sanat Komplosu” adlı kitabı, modern sanatın günümüzdeki anlamını sorgulayan bir makalesinin ardından, bu konu hakkında kendisi ile yapılan röportajları da içeriyor. 

    Kitaptan bir kaç alıntı;

    “Açıktı ki dünya çapındaki Yeni Sanat Düzeni, aslında star sistemiyle ve şöhretle besleniyordu, düşünceyle değil.” (S.11), “Sanat doğal bir dürtünün değil, hesaplı hilelerin ürünüdür.” (S.20), “Sanat, artık sanat namına bir şey kalmadığı için ölmez, çok fazla sanat olduğu için ölür. Gerçeklik fazlalığı da, kendini gerçeklik olarak dayatan sanat fazlalığı da beni umutsuzluğa sevk ediyor.” (S.71)

    “SANAT KOMPLOSU”, Jean Baudrillard, İletişim Yayınları, 1.Baskı 2010, İstanbul

  • Bahriye Üçok

    Bahriye Üçok

    Çöküş çok uzun zaman önce, 1950’lerde başladı. O günden bu güne aydınlar sistemli biçimde susturuldu. Susturulamayanlar yok edildi. Bugün, 80 yıl önce tohumları ekilen ağaçların zehirli meyveleri toplanıyor. Bahriye Üçok ve sayısız aydın yaşasaydı, şifa dolu meyveler yetiştireceklerdi dallarında. Yaşatmadılar. 70’lerde ‘Dün Dündür Bugün Bugündür’ sözüyle cıvıklaşan, 80’lerde ‘Benim memurum işini bilir’ sözüyle de yolsuzluğu meşrulaştıran siyaset adamları ve askeri darbeler, aydın insanları değersizleştirdi ve yok etti. Sonuç ortada !..

    Bahriye Üçok, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk İslam Tarihi Bölümü yanı sıra Devlet Konservatuvarı Opera Bölümü mezunuydu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ilk kadın öğretim üyesi oldu. 71 yaşında evine yollanan bir bombayla hayattan koparıldı. Unutmayınız, unutturmayınız. Okuyunuz, okutunuz. “Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu” kitabından alıntı; 

    “Ne yazık ki, bugün Türkiye’nin kasaba ve köylerindeki, hatta büyük kentlerindeki kimi din görevlileri İslam dininin bu kolaylıklarını gösterecekleri yerde, inançlı insanları, ruhsal bakımdan azaba, sağlık yönünden tehlikelere sürükleyerek bilgisizliklerinin katı yargılarına tutsak etmektedirler.”

    "Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu" Bahriye Üçok, Kırmızı Kedi
    1. Basım 2018, 99. Sayfa

  • Alexandra David-Néel

    Alexandra David-Néel

    Senem’imle sahaf dolaşmayı çok severiz. Kimi zaman not aldığımız bir kitabı ararız, kimi zaman da birbirimize “rastgele” deyip rafların arasına dalarız. İşte böyle bir günde gözüme bir kitap çarptı; “Yaşam Boşluğa Çizilmiş Bir Resimdir”. Nabzımın hızlandığını hissettim. Arka kapakta şunlar yazıyordu; 

    “Yaşam Boşluğa Çizilmiş Bir Resimdir 20. yy’ın bu büyük gezgininden basit ama ustaca işlenmiş kurgusuyla etkileyici bir romandır.

    Ustasını tapınakta ölü bulunca onun katilini aramak ve çalınan firuzeyi geri almak için Tibet’in uçsuz bucaksız bozkırlarından, Kumbun Tapınağına, Batı Çin’e Dunhuang’daki Bin Buda Mağaraları’ndan Gobi Çölü’ne kadar tehlikeli bir yolculuk yapan Tibetli genç keşiş Münpa’nın öyküsü anlatılmaktadır bu romanda.

    Münpa’nın bu yolculuğu ustasının katilini ararken kendi ruhsal uyanış yolculuğuna dönüşüyor. Öyle bir yolculuk ki bu, artık hiç birşey eskisi gibi olmuyor.”

    Büyük bir heyecan ile bu müthiş kitabı o günün gecesi okudum. Belçikalı-Fransız Budist, opera sanatçısı ve yazar Alexandra David-Néel, opera kariyerini bir yana bırakarak, Tibet’te 14 yıl olmak üzere toplamda ömrünün 40 yılını budist bir gezgin keşiş olarak geçirdi. Bhutan’da sürgünde yaşarken Dalai Lama ile tanıştı.  Bunu yapan ilk Batılı kadındı.

    Zamanın acımasız çöplüğünde yavaş yavaş kaybolan mistik bir dünyada yaşadı. 8 Eylül 1969’da, 101’inci yaşını doldurmasına bir ay kala yaşamının resmi bitti. Boşluğa çizdiği hayatı ve yazdıkları, özünü arayan, ne pahasına olursa olsun doğru bildiği hayatı yaşama cesaretini gösteren gezginlere rehberlik etmeye devam ediyor. 

    ”Yaşam Boşluğa Çizilmiş Bir Resimdir”, Alexandra David-Neel, Okyanus Yayıncılık, 1. Basım, 2001
  • Aleksandr Borodin

    Aleksandr Borodin

    Bugün, Rus besteci Aleksandr Porfiryeviç Borodin’in ölüm yıl dönümü. Rusları, edebiyat, müzik, bilim ve sporda, çok başarılı bulur, saygı duyarım. Saygı duymamın temel senebi, bütün bu başarıları son derece ketum, kendi hallerinde, dünyayı pek umursamadan elde etmeleridir. İkinci Dünya Savaşı’nda neredeyse tek başlarına Nazi’leri yenmiş, uzay yarışını son raddeye kadar önde götürmüş, tek başlarına  tüm Avrupa kadar edebiyat ve müzik üretmişlerdir. Son derece içine kapanık, tam bir kapalı kutu olan bu milletin bütün bunları nasıl başardığına olan merakım hiç bitmeyecek. Borodin, benim en özgün bulduğum bestecilerden biridir. Önemli bir bilim insanı ve kimya profesörüydü. Tüm Rus besteciler arasında en doğal yetenekli olanlardan biriydi. Niceliğe yoldaşlarından daha az değer vermesi sebebiyle çok az eser besteleyebildi. İyi bir müzik eğitimi alamamasına rağmen istisnasız tüm eserleri son derece özgün ve eşsizdir. Çaykovski, bir mektubunda; “Borodin çok büyük bir yeteneğe sahip, kör kader onu bilim laboratuvarlarına hapsettiği için müzik eğitime çok az vakit ayırmasına rağmen…” yazmıştır. 

    Liszt’e, eserlerindeki kusurları sormuş ve şu cevabı almıştır; “Lütfen sizi yolunuzdan alıkoyacakları dinlemeyin; kendinize, ve doğru yolda olduğunuza inanın. O kadar çok sanatsal yeteneğiniz var ki, orijinal olmaktan korkmanıza gerek yok. Bu bir iltifat değildir.” Bir baş yapıt olan “Si Minör 2. Senfoni”’sini yedi yılda bestelemiştir. Dinlemekte olduğunuz Prens İgor operasını tamamlayamadan 27 Şubat 1887’da hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra Rimsky-Korsakov ve Glazunov, sayısız yazı parçasını bir araya getirip bir bütün halinde birleştirdiler. İlk kez 1890'da Rusya'nın St.Petersburg kentinde sahnelenmiş ve o  zamandan beri Borodin'in operası, Rus opera klasikleri hazinesinin eşsiz bir parçası olmuştur. Teşekkürler Borodin, iyi ki varsın sanat…
    
    
    ( N. A. FigurovskiI and Yu. I. Solov'ev , “Aleksandr Porfir'evich Borodin A Chemist's Biography”, Publisher : Springer 18 July 1988 )
    (Kayıt; Borodin: Polovtsian Dances From Prince Igor - Berliner Philharmoniker · Herbert von Karajan, 1972 Deutsche Grammophon)

  • Cassini-Huygens‘den “Büyük Final”…

    Cassini-Huygens‘den “Büyük Final”…

    İnsanın hayranlık uyandıran mühendislik yeteneğinin müthiş bir tasarımı olan Cassini-Huygens Uzay Aracı 1997’de uzaya fırlatıldı. 7 yıl süren yolculuktan sonra 2004 yılında Satürn’e vardı. Cassini’nin taşıdığı Huygens isimli uydu, 14 Ocak 2005 tarihinde araçtan ayrılıp Satürn’ün en büyük uydusu Titan’a inen ilk insansız uzay aracı oldu. Cassini-Huygens, Satürn’ün uydularında sıvı su bulunduğunu ve yaşam barındırma ihtimali olduğunu keşfedip, gaz, toz ve buz parçacıklarının analizlerini, çektikleri müthiş fotoğraflarla birlikte dünyaya gönderdiler. Cassini’nin misyonunun sonunda yaşam ihtimali olan bu suları kirletmesinden endişe duyan bilim insanları, Dünya’dan fırlatılmadan önce yeterince iyi temizlenmediği için bazı mikroorganizmaların bulunabileceğini göz önüne alarak uzay aracının Satürn’e çarptırılmasına karar verdi. Bu karar doğrultusunda 22 Nisan 2017’de Titan’a yakın bir geçiş gerçekleştiren Cassini’nin, bu manevradan elde edilen çekim gücünden yararlanarak Satürn’ün üst atmosferi ile en yakın halkaları arasına, saatte 120 bin 700 km hızla onlarca dalış yaptı ve böylece halkaları yakından inceledi ve eşsiz bilgiler edindi. Cassini uzay aracı, uzayda 20 yıl, Satürn çevresinde ise 13 yıl geçirdi. 15 Eylül 2017’de, Satürn’ün atmosferinde parçalanıp yanarak, “Grand Finale” ( Büyük Final ) diye adlandırılan, son ve trajik görevini tamamladı. Uzayda geçirdiği 20 yılda, toplam 8 milyar kilometre yol aldıktan sonra, gönderdiği sinyal kesildi. 

    Satürn yörünge aracı olan ‘Cassini’ adını, Satürn’ün dört uydusunu keşfeden ayrıca ayın ilk bilimsel haritasını da çizen İtalyan bilim insanı Giovanni Domenico Cassini ve Satürn’ün uydusunu inceleyecek olan Titan Sondası ‘Huygens’ de ismini Satürn’ün en büyük uydusu Titan’ı keşfedip, Satürn’ün garip görünümünü “ekliptik ile hiçbir yere değmeyen ve ona eğimli ince, düz bir halka” olarak açıklayan ilk kişi, Hollanda’lı bilim insanı Christiaan Huygens olan 17. Yüzyılda yaşamış gökbilimcilerden aldı.

    İnsan, hayal edip yarattığı makinelere ister istemez ruhundan parçalar da katıyor ve bu yüzden Cassini ile duygusal bir bağ kurabiliyor. Ama makinelerin, makineleri yarattığı bir gelecekte tam tersinin olma ihtimali de olası görünüyor. Makinelerden insana geçen ruhsuz ve soğuk bir yaşam… 

    İnsanoğlu keşke, diğer gezegenlerdeki yaşama duyduğu saygıyı yaşadığı tek ve eşsiz mavi küreye de gösterebilse… 

    Cassini-Huygens ve onları yaratan bilim insanlarına teşekkürler.

  • Raflara Dizilmiş Kitaplar…

    Raflara Dizilmiş Kitaplar…

    Çok azının saf bir merakla ama çoğunun okumamayı ve bilme korkusunu meşru kılma adına sorduğu aşağıdaki soruya, pek çok kitapsever insan gibi biz de maruz kaldık Senem’le. Hiç kimse, büyük bir kütüphaneye ( göreceli bir kavram ) sahip ya da okumayı seven birisine ilk aklına gelen bu talihsiz soruyu sormamalı… Aşağıdaki alıntı, Umberto Eco ile aynı dertten muzdarip kitapseverler için;

    “Ziyaretçi içeri girer ve ‘Ne çok kitap var! Hepsini okudunuz mu?’ diye sorar. Önceleri, bu soruyu yalnızca kitaplarla pek haşır neşir olmayan, beş tane ucuz gerilim romanı ve çocuklar için taksitle alınan bir ansiklopedi barındıran birkaç kitap rafı görmeye alışkın insanların sorduğunu düşünürdüm. Ancak deneyimlerim bana gösterdi ki aynı sözleri kuşku dışı kalan insanlar bile dile getirebilmektedir. Bunların, bir kitap rafını okunmuş kitapların depolandığı bir yer olarak gören ve kitaplığın bir çalışma aracı olduğunu düşünmeyen insanlar olduğunu söyleyebilirim. Ama iş burada bitmiyor. Şuna inanıyorum ki, karşısında bunca kitabı dizilmiş gören kim olursa olsun, okuma kaygısına kapılır ve acılarını ve pişmanlığını dile getiren soruyu sormadan edemez.”

    (“Somon Balığıyla Yolculuk”, Umberto Eco, Can Yayınları, Ağustos 2016, 108. Sayfa)
  • Vasily Kalinnikov

    Vasily Kalinnikov

    Ancak doğumunun yüzüncü yılında iki senfonisinin kayıtları halk tarafından keşfedilmesine yol açan Vasili Kalinnikov, bir din adamının oğluydu. Kilise korosuna katıldı, bu süreçte müzik teorisinin temellerini öğrendi ve 14 yaşında koro şefi oldu. Kalinnikov müziği, kariyerine dönüştürmeye karar verdi. 18 yaşında kısıtlı mali kaynaklara sahip olarak, konservatuarda müzik okumak için Moskova’ya gitti. Keman eğitiminin yanı sıra, fagot dersleri alarak yetersiz gelirini destekledi ve sonuçta çeşitli orkestralarda fagot, keman ve timpanist olarak çalıştı. 

    Mezun olduktan sonra müzik öğretmenliği ve bir opera orkestrasında şef yardımcılığı yaptı. Bütün bu yaşam mücadelesi sonunda sağlığı bozuldu ve tüberküloza yakalandı. 1892’de Çaykovski ile tanıştı. Kendi orkestra süitinin müziğini gösterdiğinde yaşlı adamdan övgü aldı. Bu cesaret, hasta genç besteci için bir moral oldu ve sol minör ilk senfonisi üzerinde çalışmaya başladı. 1895’te tamamladı ve 1897’de ilk kez Rus Müzik Cemiyeti tarafından icra edildi.

    35’inci yaşına iki gün kala, trajik bir şekilde erken ölümüne rağmen az ama harika Slav ezgileri ile, geç de olsa özellikle senfonileri, Rus orkestra edebiyatında yerini almıştır. 

    Her ne kadar müzik ansiklopedilerinin bazılarında Vasili Sergeyeviç Kalinnikov adı geçmese de, bu onun muhteşem yaratıcılığına gölge düşürememiştir.

  • Enver Gökçe

    Enver Gökçe

    “Türkiye yaşanmaz oldu!
    Gel gör halimiz yaman!
    Haramiler, bezirganlar elinden
    Aman, el aman!”

    Şiirlerini ne zaman okusam gözlerim dolar, yüreğim sızlar. Aydınlık, özgürlük uğruna büyük acılar çekmiş güzel insanlardan biri Enver Gökçe. Çok sevdiği Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde onun gibi niceleri için yazdığı gibi;

    “Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
    Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken”…

    Bugün, ölümünün üzerinden 42 yıl geçti. Nurlar içinde uyusun…

    Pablo Neruda şiirlerini Türkçeye ilk çeviren ve Nazım Hikmet hayranı olmasına rağmen, tamamen kendine özgü tarzıyla yazdığı şiirlerinden kısa bir alıntı;

    “Türkiye yaşanmaz oldu!
    Gel gör halimiz yaman!
    Haramiler, bezirganlar elinden
    Aman, el aman!”

    Ankara 1947
    “Bütün Şiirleri”, Enver Gökçe, Evrensel Basım Yayın, Üçüncü Basım, Kasım 2012, 81. Sayfa

    “Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler, menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır, sosyal ge­lişmenin hızlandırılmasından korkanlardır, taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir, hastalıklı melankoliklerdir.”

    “Bütün Şiirleri”, Enver Gökçe, Evrensel Basım Yayın, Üçüncü Basım, Kasım 2012, 21. Sayfa

    Kendi adıma birşeyler yazmak isterdim ama büyük usta Aziz Nesin’in “Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim” kitabında Enver Gökçe için yazdığı satırlar duygu dolu ve çok ama çok manidar;

    “Son yirmi yıldır Enver Gökçe olgusu, içimde inceden sızılı bir duygu olarak sürer. Devrimci kuşakdaşlarının bir simgesi gibi gelir bana. Çok acı çekmiş, çok ezilmiş, dayanılmaz acılara bağırıp çağırmadan, yalvarıp inlemeden sessizce ama onurla dayanmış, gencecik yaşındaki sınırsız tutkularını büyük özveriyle, toplumcu savaşımın utkusu umuduna bağlamış, göremeyeceği, yaşayamayacağı, tadamayacağı ama gerçekleşeceğine kesinlikle inandığı güzel günlerin sarsılmaz iyimserliğine yaşamını adamış devrimci kuşağın simgesi… O kuşağın pekçok değeri gibi, değerbilmez bir toplumda, köksüz ve geleneksiz kentligiller (burjuvalar) elinde yolkeçesi diye kullanılmış ipekli bir seccade… İşte benim için Enver Gökçe… Vakıf – Çatalca, 14 Mayıs 1980”

    Aziz Nesin
    Nesin Yayınevi, 12. Basım, Ekim 2019, 101. Sayfa
  • Sâdık Hidâyet

    Sâdık Hidâyet

    “Kararımı verdim. Yaşamaktan duyulan tiksinti bizi boğana kadar bu bok kataraktı içinde mücadele edilmelidir.”

    Fransız polisi, 1951 yılının Nisan ayında, Paris’te bir apartman dairesinde, gazdan zehirlenerek ölmüş bir insan buldu. Ölen kişinin, bugün İran’ın büyük edebi karakteri ve ilk modernist yazarı olan Sâdık Hidâyet olduğu teşhis edildi. Hidâyet dairesinin kapasını kilitleyip, gazı açarak intahar etmişti. Hayatta olduğu müddetçe çok az kişi onu ciddiye aldı ve neredeyse hiç kimse değerini anlayamadı. Uzun süre Paris’te yaşadıktan sonra Tahran’a döndüğünde Hidayet, bir katip ve başarısız bir memur olarak fakir bir yaşam sürerken yazmaya devam etti. Yaşadığı baskılar ve toplumun yozlaşması onu bunalıma sürükledi ve yeniden Paris’e gitmek zorunda kaldı. 48 yaşındayken hayatına son verdi. Oysa kısa süre önce bir arkadaşına gönderdiği mektupta şöyle yazmıştı; “Kararımı verdim. Yaşamaktan duyulan tiksinti bizi boğana kadar bu bok kataraktı içinde mücadele edilmelidir.”

    Her ne kadar “Kör Baykuş” baş yapıtı olarak anılsa da, benim için “Hacı Aga” adlı kısa romanı mutlaka okunması gereken en etkileyici eseridir. Kitapta yazılanlar size hiç yabancı gelmeyecek, yaşadığınız dönem ve toplumdan bir çok ortak nokta bulacaksınız.
    Doğumunun 120. yılında, Sâdık Hidâyet’i saygı ve hayranlıkla anıyorum.

    “Hacı Aga” ‘dan kısa bir alıntı;

    “Devletin kendisi hırsız; milleti çarpıyor. Nankörlüğü de cabası. Bir avuç aç, aciz yoksula millet demişler! Acıyan kim? Niçin her şeyi sadece tüccardan bekliyorlar? Ordumuz ordu, maliyemiz maliye mi sanki? Maarifimiz, adliyemiz adam gibi mi? Al birini, vur ötekine. Deveye sormuşlar “Niye boynun eğri?” “Nerem doğru ki!” demiş… Bu insanlar yıllardır aynı yalanları yutuyorlar. İşin matrak tarafı, kendilerini dünyanın en akıllı insanları sanıyorlar… Biz sahteciliği, hırsızlığı, üçkağıtçılığı akıl ile karıştırıyoruz. Hangi sanat, hangi ilim?”

    “Hacı Aga”, Sâdık Hidâyet, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı: İstanbul, Nisan 2013, 74. Sayfa
  • Panait Istrati

    Panait Istrati

    “Ya! Demek sözüm canınızı sıktı. Bu çok doğal, ama işte gerçek dostluğun en büyük eksiği de budur. Büyük bir ressam olduğunuzu söylememi tercih edersiniz. Evet, sizde bir sanatçı mizacı var; ama resimlerinizi görmeden söyleyebilirim ki onlarda mutlu ve belki de yetenekli bir çocuğun gevezeliklerinden başka bir şey yoktur. Dünyadaki sanatçıların onda dokuzu ve belki daha fazlası aynı durumdadır: Güneşte uçan sinekten çok daha az duygulanırsınız, kolayca güler, kolayca ağlarsınız, çabucak mutlu, çabucak mutsuz olursunuz, hemen kalkıp resim yapar, heykel yontar, besteler yapar, yazı yazarsınız… İşte sanat diye de buna diyorlar! Ama yetenekli olmak, iyi bir kalp taşımak ve hatta bir asi olmak büyük bir şey ifade etmez…”

    “Arkadaş”, Panait Istrati, Varlık Yayınları, On Beşinci Basım, 2006, 120. Sayfa

    “Hani bazen düşünüyorum da Tanrı insanı, sırf hayvanların ne kadar dürüst ve nazik olduklarını ispat etmek için yeryüzüne getirmiş olmalı diyorum.”

    “Arkadaş”, Panait Istrati, Varlık Yayınları, On Beşinci Basım, 2006, 126. Sayfa
  • Ulus Baker

    Ulus Baker

    Çok genç yaşta kaybettiğimiz Ulus Baker’in (14 Temmuz 1960 – 12 Temmuz 2007), “Aşındırma Denemeleri” adlı kitabından alıntı;

    “Bir duygu ile bir hakikati değiştokuş etmeye razı olmanın ne büyük bir kayıp olabileceğini bir düşünmeye çalışın: Üstelik zarar, hem duygudan hem de hakikatten verilmiştir.”

    Ulus Baker – “Aşındırma Denemeleri”, İletişim Yayınları, 4. Baskı 2022, İstanbul, 29. Sayfa
  • Nikolay Gavriloviç Çernişevski

    Nikolay Gavriloviç Çernişevski

    “Biliyorum, sizin kitaplarınızda böyle yaşanmaz diyor; böyle yaşanmayacağına göre de, hayata yeni bir düzen vermek gerekir, diyor. Madem öyle, madem şimdiki düzende yaşanmaz diye buyuruyorlar, neden kendileri yeni, yaşanası bir düzen kurmuyorlar peki? Kitaplarınızda nasıl bir yeni düzenden söz edildiğini de biliyorum ben… İyi bir düzen olacak bu. Gelgelelim ne sen ne ben görebiliriz o iyi düzeni. Neden dersen halkımız insanı çileden çıkartacak kadar ahmak, bön. Bu halkla mı kurulacak o iyi düzen! Eski düzende eskisi gibi yaşayıp gideceğiz. Sen de böyle yaşa. Nasıl bir düzen bu eski düzen? Sizin kitaplarınızda yazdığı gibi tam: Uyanık ol, vermeden al, soy, yağmala.”

    “Nasıl Yapmalı?”, Kor Kitap, Dördüncü Basım Kasım 2023, 43. Sayfa
  • Henryk Górecki

    “Dinleyicilerimi seçmiyorum. Demek istediğim, asla dinleyicilerim için bestelemiyorum. Dinleyicilerimi düşünüyorum, ancak onlar için beste yapmıyorum. Onlara anlatacak bir şeyim var, ancak dinleyicilerin de buna belli bir çaba sarf etmesi gerekiyor. Ancak hiçbir zaman bir dinleyici için bestelemedim ve asla da yapmayacağım, çünkü dinleyiciye bir şey vermelisiniz ve dinleyiciler belli şeyleri anlamak için çaba sarf etmelidir.”

    Henryk Górecki

    Henryk Górecki – Isabel Bayrakdarian, Danish National Symphony Orchestra, Conducted By John Axelrod – Symphony No. 3, Op. 36, “Symphony of Sorrowful Songs”, I. Lento